18 Nisan 2008 Cuma


GELİBOLU (1)

Altı saat boyunca hiç gözümü açmamacasına uyudum. Otobüs durdu. Kahvaltı molası verileceği duyuruldu. Güneşin ışıkları yeni yeni kendini belli etmeye başlasa da henüz her yer karanlık. Rüzgarı ve soğuğu bol, sokakları boş bir Gelibolu sabahında otobüsten inip çorbacıya hareket ediyoruz. Ekmekleri geç getirdi diye şöföre bağırıp duran adamın sabahın o saatinde yaklaşık kırk kişiyi doyuracak kadar çorbası olması büyük şans. İçimizi ısıtıp karnımızı bir parça doyurduktan sonra otobüsün bulunduğu limana geri dönüyoruz. Acı acı yüzümüze vuran rüzgar az da olsa dinmiş gibi. Gelibolu iskelesinin hemen yanında küçük sandal ve motorların demirli durduğu tarihi bir kalenin içinde yer alan limanı fotoğraflıyorum. Burası etrafında balık lokantaları ve restoranların da bulunduğu çok şirin bir yapay koy. Fotoğraftan sonra limanın ucuna kadar yürüyoruz. Uçsuz bucaksız gibi görünen denizi biraz izledikten sonra aslında ne rüzgarın ne de soğuğun pek dinmediğini anlayarak otobüse dönüyoruz.

Kısa bir yolculuğun ardından rehberimizi alıyoruz. İlk durağımız “Seyit Onbaşı“ anıtı. Seyit Onbaşı tam dokuz yıl askerlik yapmış, en ala kahramanlık filmlerine konu olabilecek bir kahraman asker. Onbaşı, aylarca bombalanan, metrekaresine altı bin kurşunun yağdığı Çanakkale’de Rumeli Mecidiye Tabyası’nda topçu eri olarak görevlidir. Üzerlerine yağmur gibi yağan kurşunlar ve bombalar sonrasında etrafta düşman gemisine fırlatılacak tek bir top kalmıştır sadece. Ancak bu topun da mermi kaldıracı bozulmuştur. Seyit Onbaşı yerde duran mermiyi görür, yaklaşıp mermiye arkasını döner. Çömelir. Ellerini merminin altına sokar ve tam 273 kiloluk kütleyi zorlanarak da olsa kaldırır, namlunun ağzına sürer. Topu fırlattığında İngiliz’lerin çok güvendikleri “Ocean” gemisi büyük hasar alır. Bu büyük kahramanlık örneğini gösteren Seyit Onbaşı dokuz yıllık askerliği sonrasında evine döndüğünde on yaşına gelmiş olan çocuğu tarafından tanınmaz. Bu durum onbaşının moralini alt üst etmiştir. Atatürk, bitap durumda olan Seyit onbaşını biraz olsun neşelendirmeye çalışarak: “Seyit onbaşı, tam 273 kiloluk mermiyi kaldırdın. Haydi şimdi tut beni de bir kaldır bakalım!” demiştir. Seyit Onbaşı’nın cevabı müthiştir: “Komutanım, sizi dünya kaldıramamış. Ben nasıl kaldırayım?”

İşte bu kahramanlığın vuku bulduğu Kilitbahir’de, Seyit Onbaşı’nın sırtında 273 kiloluk mermiyle ayakta durduğu heykelin önünde fotoğraflar çektiriyoruz. Ne acıdır ki bu heykeldeki mermi geçen seneye kadar Seyit Onbaşı’nın sırtında değil kucağında duruyormuş. Bu ciddiyetsizliği anlamak mümkün değil. Gurur, heyecan, hayret ve gözyaşı dolu Kilitbahir ziyaretimizin sonunda duygularımıza bir de utanç ekleniyor.

İkinci durağımız “Şahindere Şehitliği”. Burası isimleri tespit edilebilen 1969 kahramanın yattığı kutsal bir yer. Şehitlerin ismi oval kaldırımın taşlarına yazılmış. Bu taşlardaki tarih ve isimleri okudukça insanın içi ürperiyor. Türkiye’nin (o zaman henüz T.C olmadığı için şu an bizim topraklarımız olmayan pek çok Osmanlı şehirlerinden de) pek çok yerinden gelen askerlerin burada şehit olduğunu bilmek inanın ki kalbinize bir acı yanaklarınıza da birkaç damla gözyaşı konduruyor. Gencecik insanlarımızın bölük bölük, alay alay ölüme gittiği yerlerden birisi burası. Son derece temiz ve bakımlı olan şehitlikten dualarımızla ayrılırken bir utanç notunu okuyarak yeniden hüzünleniyoruz. Bu şehitliğin 2005 yılında, savaştan tam 90 yıl sonra yapılmış olduğunu okumuş oluyoruz çünkü. Oysaki bir sonraki ziyaret yerimiz olan “Sargı Yeri” ne giderken 1934 yılında yapılmış ve pırıl pırıl duran “Fransız Şehitliği” ni gördüğümüzde utancımız bir kat daha artıyor. Daha sonra göreceğimiz İngiliz mezarlıkları da cabası.

“Sargı Yeri” ne varmamıza yakın, rehberimizden buranın korkunç öyküsünü dinliyoruz. Burası savaş zamanında ağır yaralı olan hem İngiliz hem de Türk askerlerinin tedavi edildiği bir çadır hastane olarak kullanılır. Çeşitli uzuvları kopmuş yada çok fazla kan kaybına uğramış askerler Zığındere’deki bu hastanede tedavi edilmeye çalışılır. Savaş içinde bir dostluk yeri olarak ün salmıştır o zamanlarda Sargı Yeri. Derken bir gün savaş yasalarında hastane veya sıhhiyelerin vurulması yasak olmasına ragmen İngiliz gemileri burayı bombalar. Bu durum dünyada büyük yankı uyandırır. Olaydan sorumlu İngiliz komutana şu soru sorulur: “Savaş yasalarına aykırı olmasına rağmen burayı neden vurdunuz?”. Cevap, sorumsuzluğun en yüksek noktasındadır: “Bir yanlışlık oldu!”. Bir süre sonra aynı komutana yeni bir soru sorulur: “Bu hastanede sizin de askerleriniz tedavi görüyordu. Buna ragmen nasıl olabildi de burayı vurdunuz?”. Köşeye sıkışmış olan komutan bu kez iğrenç bir yanıt verir: “O hastanedeki askerler artık hiçbir şekilde işimize yarayamayacak askerlerdi.”.

Bu hikayeyi duyduğumuzda şaşırıp kalıyoruz. Bir insanın nasıl bu kadar gaddar ve insaniyetten uzak olabileceğini zihnimize sokabilmeye uğraşıyoruz, ama olmuyor başaramıyoruz. Ayak uçlarımıza kadar hissettiğimiz ürpertiyle “Sargı Yeri” şehitliğine giriyoruz. Girişte ilk olarak dikkatimizi büyük bir heykel çekiyor. Heykelde bir asker, ayakta duramayan yaralı arkadaşını bir eliyle göğsünden kavramış, diğer eliyle karşıya doğru “dur” işareti yapıyor. Yani çaresiz bir şekilde, burayı bombalayan İngiliz gemisine “Artık vurma!” diye yalvarıyor. Herhalde savaş sırasında bir Türk askerinin düşmana “dur” dediği tek an bu olsa gerek.

İçerideki manzara da Şahindere’dekinden farksız. Gencecik yaşlarında canını seve seve bizlere adamış binlerce şehit. Tabiiki yine ülkenin dört bir yanından. Dualarımızı kendilerine gönderip büyük Çanakkale Şehitler Abidesi’ne doğru yola çıkıyoruz.

Hiç yorum yok: