20 Nisan 2008 Pazar


GELİBOLU (SON)
57.Alay Şehitliği 10 Aralık 1992’de açılmış. 57.Alay 628 kişiden ibaretmiş ve komutanlarla beraber tüm askerler şehit düşmüş. Atatürk’ün meşhur “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” diye hitap ettiği alay bu. Şehitliğin hemen girişinde Atatürk’ün bir sözü yer alıyor; tam olarak değilse de ana hatlarıyla sözleri şu Büyük Önder’in; “Biz kişilerin kahramanlıklarıyla ilgilenmeyiz, ancak bir vaka var ki anlatmadan geçemeyeceğim. 57.Alay’da en öndeki 20 kişilik grubun düşmana mesafesi sekiz metre. Hiçbirinin kurtulma şansı yok. Ve hiçbiri en ufak bir tereddüt göstermeden ölüme gidiyor. Arkadaki diğer 20 kişilik grup da üç dakika sonra öleceğini biliyor. Ama duruşlarında, bekleyişlerinde yine en ufak bir tereddüt yok. Ve kahramanca ölüyorlar”. İçimi bir tuhaf eden, yaşamıma bir daha başka bir gözle bakmamı sağlayan bu sözden gözlerimi zor da olsa ayırıp içeri geçiyorum. Beyaz mermerlerin altında yatan yüzlerce kahraman, kar kaplı bir bahçe havasına bürümüş şehitliği. Tek tek isimlerine, yaşlarına, memleketlerine bakıyorum hepsinin. Soluduğum özgür havayı bana hediye etmiş her kahramanı tek tek okuyorum mermerlerden. Onların gençliklerine yanıp, özgürlüğüme şükrediyorum. Şehitliği en ucuna kadar yürüyorum. Zihnimde bu kahramanların ölüm anlarını canlandırmaya çalışıyorum o sırada. Bir an başka bir boyuta geçiyorum. “Benim için, bizler için canlarınızı nasıl verdiniz, ne kadar da yandı canlarınız değil mi?” diye soruyorum önümde yatan Denizli’li askere. Asker hiddetle doğrulup cevap verecekken hepsi birden kalkıp “Biz ölmedik ki!” diyorlar. “Memleketin hali bu olduğuna göre asıl ölüler sizlersiniz” diye haykırıyorlar öfkeli öfkeli. Kursağıma düğümlenen nefesim beni kendime getiriyor yeniden. Utanarak giriş kapısına geri dönüyor ve tüm şehitliği fotoğraflıyorum. Bu arada bir isim dikkatimi çekiyor, “İstanbul Alay Tabibi Yüzbaşı Dimitroyati”. Bir gayrimüslimin bu şehitliğe gömülmüş olması ilginç geliyor bana. Rehberimiz gerekli açıklamayı yapıyor. Dimitroyati İstanbul’lu bir Rum doktordur. Çanakkale’de canla başla Türk yaralıları tedavi ederken bir vasiyette bulunur doktor; “Bana asla gavur mavur demeyin. Burada hep beraber öleceğiz. O halde beni de mutlaka sizlerle beraber gömün”. Bu büyük vatanseverin vasiyeti yerine getirilir ve müslüman Türk askerleriyle beraber buraya defnedilir.

Birbirine karışmış bir çok duygudan dolayı sersemliyorum. “Vatan”, “ölüm”, “mertlik”, “inanç” gibi bir çok kavramı kafamda yeniden tanımlıyorum. Gözyaşlarımı sanki soğuk soğuk esen rüzgarın etkisiymiş gibi kamufle edip otobüse geçiyorum. Conkbayırı’na doğru yola çıkıyoruz.

Öncelikle Conkbayırı’nın bir bayır olmadığını görüyoruz. Burası Gelibolu’nun neredeyse tümünü gözleyebilen çok stratejik bir tepe. Pek çok yoruma göre buranın düşmanın eline geçmesi durumunda savaşın kazanılması imkansız hale gelecekti.

Kocaman dikilmiş Atatürk heykelinin yanında rehberimiz – diğer pek çok rehberin aksine hurafelere hiç girmeyen bir rehberdi- bize önemli bir bilgi veriyor. Savaşın kazanılmasında Atatürk’ün en büyük rolünün üstün seviyede harita okuma yeteneği ve strateji dehası olduğunu vurguluyor. Bu tepeden tüm düşmanı gözleyebilen büyük komutanın verdiği her emrin işlevi düşmanı hırpalamış. Zaten yanında durduğumuz heykelde de Atatürk elinde bir dürbün ve kamuflajla ileriye bakıyor.

Conkbayırı’nın diğer bir özelliği ise Atatürk’ün üzerine doğru gelen şarapnel parçasından saati sayesinde kurtulduğu yer olması. Tam bu vakanın yaşandığı yer de işaretli olarak ziyaretçilere gösteriliyor. Tepenin etrafı daire şeklindeki siper hendeğiyle çevrili. Bu siperlikler aslına uygun olarak yeniden restore edilmiş. Tepede ayrıca Anzak’lara ait yaklaşık 5-6 metre boylarında bir taş anıt var.

Tepeden aşağı doğru inen uzun ince yoldan inmeye ise zaman ve hava şartları maalesef müsaade etmiyor. İstanbul’a dönüş yolu için yeniden otobüse geçiyoruz.

En az yazdıklarım kadar da yazamadıklarım var Gelibolu ile ilgili. Ama onları da yazsam yine birşeyler eksik kalacaktı. Hissettiklerimi hissedebilmeniz için mutlaka burayı ziyaret ediniz. Bence her Türk’ün mutlaka görmesi gereken bir yer burası. Bizim için canlarını verenlere borcumuzu ödemek mümkün değil. En azından belli aralıklarla ziyaret ederek vicdanımızı rahatlatmak lazım diye düşünüyorum.

Artık İstanbul’a dönüyoruz. İlk defa “geldiğim yer de vardığım yer de memleketim” diyebildiğim bir yolculuk oluyor bu.

Çanakkale, sana yine geleceğim...

Not: Gelibolu gezisi 9 Nisan 2006 tarihine aittir.

Hiç yorum yok: