KELEBEK
Bahar... Ama yaprakların dökülmediği, geçmişi hatırlatan, kırık sarı, yarı yeşil sonbahar değil, düpedüz insanın içini ısıtan, dışarı çıkma isteğinin son hadde vurduğu bir ilkbahar. Yaşları birbirlerine yakın üç genç kız firmanın kapısından çıkmış öğle tatilinde biraz soluk alıp yoldan yeni gelmiş mevsimle kucaklaşma heyecanında. Belli ki bunaltıcı işlerden kendilerini dışarıya bırakmışlar ve kendi mevsimleri de değişivermiş. Bir parça oksijen, haftalardır kendini ilk kez gösteren güneş, bunca beton yığınının arasında olmalarına rağmen yanaklarına gülücük tohumları ekmiş. Üçü, suni de olsa güzel görünen yeşil çimlere, bulutların arkasına bir saklanıp bir ortaya çıkan güneşe ve dinginlik veren mavi gökyüzüne bakmaktan birbirleriyle konuşmuyorlar bile.
Gülücük tohumlarının yüzüne en güzel meyveyi verdiği kız, aniden burnuna değen kelebekten rahatsız oldu. Huylandığından hızlıca yaptığı el hareketiyle uzaklaştırdı onu. Birkaç metre öteye savrulmuştu minik böcek. Kızcağız yanlış bir iş yaptığını düşündü ve yüzünden o anlık ayrılıveren gülümsemeyi çabucak geri getirdi. Bir iki adım yaklaştı kelebeğe. Yolun kenarındaki zakkumlardan birinin yaprağına konmuştu rengarenk yaratık. Nereye baktığı anlaşılmaz ya bu çapta bir böceğin, kız yine de onun kendisine baktığına inanmak istedi. Az daha yaklaştı ona. Koyu sarı zemin üzerine siyah, turuncu ve lacivert renkler simetrik bir şekilde kanatlarına serpilmişti şirin şeyin. Nereye konsa orayı güzel gösterecek türden bir kelebekti bu. Kız, parmağına gelebileceğini düşünerek elini ona doğru uzattı. Küçük güzellik, insan gözünün kestiremeyeceği bir hızla irkilip uçmaya başladı. “Kaçma” dedi kız, acı duyan bir sesle. “Ama ille de kaçacaksan uzaklara git iyice. Biliyorum ki oldukça kısa bir ömrün var. Birkaç saat sonra öleceksin. Bak hava ne güzel, tam sana göre. Böyle kocaman beton yığınlarının arasında, yalnız başına ne tat alacaksın hayattan? Üzerinde uçtuğun yeşillikler bile sahte. Ya kon parmağıma, yada git hemen. Bak sana söylüyorum, tecrübe konuşuyor burada. Ben yıllardır günümün yarısını burada geçiriyorum. İçimin en son ne zaman bu kadar ferah olduğunu hatırlayamıyorum bile. “
Yanındaki arkadaşlarının ilgisini çekmişti bu konuşma. Biraz uzakta kalmışlardı, konuşulanları duyamıyor, ama nedense sessiz kalmaya özen göstererek genç kızı izliyorlardı. Kelebek yeniden yakınındaki bir yaprağa kondu. Şimdi eğilip, arkadaşlarının kendisini izlediğinden habersiz, böceğin kulağına fısıldar bir edayla anlatmaya devam etti kız;
“Biliyor musun, ben bazen senin gibi olmayı çok istiyorum. Önümde ne kadar zaman kaldı, bilmek istiyorum. Son bir ayım olduğunu bilsem mesela. Şöyle bir düşünüyorum da, yapmayı çok isteyip de hep uzun vadeli doğrularıma kurban verdiğim isteklerim var benim. O benim olmayan doğruları bir yana bırakıp bir ay içerisinde neler yapmazdım? Önce defolup giderim buralardan, bir sahil kasabasında mümkün olduğu kadar az insanın olduğu bir köye kaçarım belki. Kendime bile anlatmaya çekindiğim duygularımı bağırırım hoyratça herkese. Canımın çektiği herşeyi yaparım son güne kadar. Ve “zamanın bitti” dediklerinde onun yanına gidip, boynuna bütün gücümle sarılır ve son nefesimi burnumdan çekerken doya doya hissederdim dudaklarının kokusunu. Nefesimi verirken de ilk ve son kez aşkla bakardım gözlerine. Biliyor ya neyin ne olduğunu? Bir kez de gözleriyle görsün diye. “
Temiz havadan değil, nefesi daraldığından derin bir iç çekti.
“Ama baksana minik dostum; ne kadar sürer bu tekdüze hayat, bu ümitsiz buhran, haberim yok. Günler geçiyor birbiri ardından, pişmanlığa sürgünler gibi günler demiş şair. İşte benim günlerim de böyle geçmeye mahkum. Sevdiğin işi değil, kazandığın işi yapmak zorundasındır, malum eve ekmek götürmek gerek; öyle kalbini falan dinlememelisindir, malum sevileni sevmemek gerek.”
“Bak kaldı şunun surasında birkaç saatin. Az gayret et de ötedeki çamlıklara git. Pek çok dost bulursun kendin gibi. Evinde gibi hissedersin, mutlu olursun. Belki o kısacık sürede bir sevgilin olur kana kana yaşarsın aşkını. Benim sırlarımı da anlatırsın belki onlara. Haydi uç şimdi durma...”
***
Güneş ve bulut kışkırtıyordu onu. Kravatını biraz gevşetmekten başka yapabileceği birşey yoktu maalesef. İşleri çok yoğundu. Aylardır o koltuktan sanki hiç kalkmamış, boynunu da ekrandan ayırıp sağa sola döndürmesi yasaklanmış gibi hissediyordu. Neden sonra başını azıcık kaldırıp pencereye baktı. Rengarenk gözalıcı bir kelebek camın kenarına konmuştu. Ve nedense sarılıp öpesi geldi şirin şeyi. Pencereyi açtı. Ürkütmemek için oldukça yavaş hareketlerle başını uzatıp bakmaya başladı ona. Gözgöze geldi kelebekle. Böcekçik adım atmaya başladı ona doğru. Sonra adımları yavaşladı. Durdu. Sessizliği daha da sessizleştiren bir durgunlukla baktılar birbirlerine. Dondu kaldı kelebek, ters döndü. Bir nefes gibi gelen meltem, onu karşıdaki çamlıklara doğru savurdu...
18.09.2007
Kaan TEMİZEL
Bahar... Ama yaprakların dökülmediği, geçmişi hatırlatan, kırık sarı, yarı yeşil sonbahar değil, düpedüz insanın içini ısıtan, dışarı çıkma isteğinin son hadde vurduğu bir ilkbahar. Yaşları birbirlerine yakın üç genç kız firmanın kapısından çıkmış öğle tatilinde biraz soluk alıp yoldan yeni gelmiş mevsimle kucaklaşma heyecanında. Belli ki bunaltıcı işlerden kendilerini dışarıya bırakmışlar ve kendi mevsimleri de değişivermiş. Bir parça oksijen, haftalardır kendini ilk kez gösteren güneş, bunca beton yığınının arasında olmalarına rağmen yanaklarına gülücük tohumları ekmiş. Üçü, suni de olsa güzel görünen yeşil çimlere, bulutların arkasına bir saklanıp bir ortaya çıkan güneşe ve dinginlik veren mavi gökyüzüne bakmaktan birbirleriyle konuşmuyorlar bile.
Gülücük tohumlarının yüzüne en güzel meyveyi verdiği kız, aniden burnuna değen kelebekten rahatsız oldu. Huylandığından hızlıca yaptığı el hareketiyle uzaklaştırdı onu. Birkaç metre öteye savrulmuştu minik böcek. Kızcağız yanlış bir iş yaptığını düşündü ve yüzünden o anlık ayrılıveren gülümsemeyi çabucak geri getirdi. Bir iki adım yaklaştı kelebeğe. Yolun kenarındaki zakkumlardan birinin yaprağına konmuştu rengarenk yaratık. Nereye baktığı anlaşılmaz ya bu çapta bir böceğin, kız yine de onun kendisine baktığına inanmak istedi. Az daha yaklaştı ona. Koyu sarı zemin üzerine siyah, turuncu ve lacivert renkler simetrik bir şekilde kanatlarına serpilmişti şirin şeyin. Nereye konsa orayı güzel gösterecek türden bir kelebekti bu. Kız, parmağına gelebileceğini düşünerek elini ona doğru uzattı. Küçük güzellik, insan gözünün kestiremeyeceği bir hızla irkilip uçmaya başladı. “Kaçma” dedi kız, acı duyan bir sesle. “Ama ille de kaçacaksan uzaklara git iyice. Biliyorum ki oldukça kısa bir ömrün var. Birkaç saat sonra öleceksin. Bak hava ne güzel, tam sana göre. Böyle kocaman beton yığınlarının arasında, yalnız başına ne tat alacaksın hayattan? Üzerinde uçtuğun yeşillikler bile sahte. Ya kon parmağıma, yada git hemen. Bak sana söylüyorum, tecrübe konuşuyor burada. Ben yıllardır günümün yarısını burada geçiriyorum. İçimin en son ne zaman bu kadar ferah olduğunu hatırlayamıyorum bile. “
Yanındaki arkadaşlarının ilgisini çekmişti bu konuşma. Biraz uzakta kalmışlardı, konuşulanları duyamıyor, ama nedense sessiz kalmaya özen göstererek genç kızı izliyorlardı. Kelebek yeniden yakınındaki bir yaprağa kondu. Şimdi eğilip, arkadaşlarının kendisini izlediğinden habersiz, böceğin kulağına fısıldar bir edayla anlatmaya devam etti kız;
“Biliyor musun, ben bazen senin gibi olmayı çok istiyorum. Önümde ne kadar zaman kaldı, bilmek istiyorum. Son bir ayım olduğunu bilsem mesela. Şöyle bir düşünüyorum da, yapmayı çok isteyip de hep uzun vadeli doğrularıma kurban verdiğim isteklerim var benim. O benim olmayan doğruları bir yana bırakıp bir ay içerisinde neler yapmazdım? Önce defolup giderim buralardan, bir sahil kasabasında mümkün olduğu kadar az insanın olduğu bir köye kaçarım belki. Kendime bile anlatmaya çekindiğim duygularımı bağırırım hoyratça herkese. Canımın çektiği herşeyi yaparım son güne kadar. Ve “zamanın bitti” dediklerinde onun yanına gidip, boynuna bütün gücümle sarılır ve son nefesimi burnumdan çekerken doya doya hissederdim dudaklarının kokusunu. Nefesimi verirken de ilk ve son kez aşkla bakardım gözlerine. Biliyor ya neyin ne olduğunu? Bir kez de gözleriyle görsün diye. “
Temiz havadan değil, nefesi daraldığından derin bir iç çekti.
“Ama baksana minik dostum; ne kadar sürer bu tekdüze hayat, bu ümitsiz buhran, haberim yok. Günler geçiyor birbiri ardından, pişmanlığa sürgünler gibi günler demiş şair. İşte benim günlerim de böyle geçmeye mahkum. Sevdiğin işi değil, kazandığın işi yapmak zorundasındır, malum eve ekmek götürmek gerek; öyle kalbini falan dinlememelisindir, malum sevileni sevmemek gerek.”
“Bak kaldı şunun surasında birkaç saatin. Az gayret et de ötedeki çamlıklara git. Pek çok dost bulursun kendin gibi. Evinde gibi hissedersin, mutlu olursun. Belki o kısacık sürede bir sevgilin olur kana kana yaşarsın aşkını. Benim sırlarımı da anlatırsın belki onlara. Haydi uç şimdi durma...”
***
Güneş ve bulut kışkırtıyordu onu. Kravatını biraz gevşetmekten başka yapabileceği birşey yoktu maalesef. İşleri çok yoğundu. Aylardır o koltuktan sanki hiç kalkmamış, boynunu da ekrandan ayırıp sağa sola döndürmesi yasaklanmış gibi hissediyordu. Neden sonra başını azıcık kaldırıp pencereye baktı. Rengarenk gözalıcı bir kelebek camın kenarına konmuştu. Ve nedense sarılıp öpesi geldi şirin şeyi. Pencereyi açtı. Ürkütmemek için oldukça yavaş hareketlerle başını uzatıp bakmaya başladı ona. Gözgöze geldi kelebekle. Böcekçik adım atmaya başladı ona doğru. Sonra adımları yavaşladı. Durdu. Sessizliği daha da sessizleştiren bir durgunlukla baktılar birbirlerine. Dondu kaldı kelebek, ters döndü. Bir nefes gibi gelen meltem, onu karşıdaki çamlıklara doğru savurdu...
18.09.2007
Kaan TEMİZEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder